18 Mayıs 2008

KÜRESEL ISINMA, NÜFUS, DOĞA VE BAZI PARADOKSLAR


İktisatta tüketilen veya üretime katılan son birimin sağladığı fayda veya üretim marjinal fayda veya marjinal verim gibi kavramlarla açıklanır. Konuyu daha iyi anlatmak üzere verilen örnek ise genellikle bir tarlada çalışan sayısının artırılmasıdır. Çalışan sayısı artırılmaya başlandığında öncelikle iş bölümü organizasyonuyla beraber işçiler daha çok iş üretirler (marjinal verimlilikleri artar) ama daha sonra sayı arttıkça tarlanın sınırları (fiziki alan) genişlemedikçe bir birlerinin çalışmasını engellemeye başlarlar. Artık çalışan sayısının artması üretim artışını değil aksine üretime katılan son birimin üretiminde düşüşü (azalan marjinal fayda) getirecektir.

Konu son yılların dünya çapında en çok konuşulan ve hatta bir zamanlar dünyanın iki numaralı adamının (Al Gore) bile ön plana çıkardığı küresel ısınma ile beraber ve/veya onu doğurucu (küresel ısınmayı yaratıcı veya etkilerini artırıcı) rol oynamaktadır. Nitekim sanayileşme öncesi toplumlarda kullanılan teknolojiler ve teknolojilerin uygulamasında yararlanılan enerji kaynakları daha çok insan ve hayvan gücüne dayanan ve/veya rüzgâr gibi doğal kaynaklar olmuştur. Ancak buharın sanayide ve ulaşımda kullanılmaya başlamasıyla birlikte durum değişmiş, inorganik yakıtlar da sanayinin ve daha geniş anlamda da üretimin ihtiyaç duyduğu enerjinin üretiminde kullanılır olmuştur. Sanayileşme, şehirleşme, daha çok tüketim, üretici ile tüketicinin ayrılması, uzmanlaşma vs. derken dünya nüfusu patlamış ve nihayetinde 7 milyara ulaşmıştır.

Artık 7 milyar insan sağlıklı bir ortamda yaşamak, yeterli bir şekilde beslenmek, temiz hava solumak, soğukta ısınmak, sıcakta serinlemek, bir yerden bir yere yürüyerek değil uçakla-otomobille gitmek, telefonla konuşmak, televizyon seyretmek, okumak, okula gitmek gibi daha çok refah koşullarında yaşamak istemektedir. Üstelik bu küreselleşme ve haberleşme teknolojileri sayesinde Amerika’dan Afrika’ya, Afrika’dan Çin’e kadar yayılmakta olan bir talep artışını getirmektedir. Talep artışı ise daha çok üretimi getirmektedir. Daha çok üretim (veya tüketim) de refah artışı olarak kabul edilmektedir. Hâlbuki bu refah artışı doğanın daha çok tüketilmesini, doğanın daha çok tahrip edilmesini getirdiği açıktır.

Bu sürecin yanında nüfusun artması (veya artırılması) da söz konusu tüketimin ve doğanın tahribinin daha da üst düzeylere tırmandırılmasını getirmektedir. İnsanoğlu bir yandan kendi yaşamını daha üst seviyelere taşımaya çalışırken, yeni çözümler (teknolojiler, beslenme, enerji, barınma ve ulaşım alanlarında) üretememesi halinde neslinin ve dünyanın sonunu daha da hızlandırmaktadır.

Elbette bilimsel ve teknolojik gelişmeler doğanın kirletilmesini, tüketilmesini yavaşlatabilecektir, ama sayının 10 milyara ulaşması halinde dünya üzerinde insanoğlundan başka bir yaşama da yer kalmayacağı beklenebilir.

Şehirleşme ve Enerji: Paradoks 1

Milyarlarca insanın yaşaması için şehirler kurulacak, bu şehirlerin kurulması için önce ormanlar, sonra tarlalar sonra sulak alanlar hep tahrip edilecek, yerlerine binalar, yollar, fabrikalar kurulacaktır. Bu yaşam alanlarını ısıtmak, soğutmak, insanların ve malların ulaşımını sağlamak amacıyla yüksek miktarlarda enerji (inorganik, nükleer, su, rüzgâr ve güneş) kullanılacaktır. Enerji (ısınma, serinleme ve ulaşım amacıyla) kullanımı bir yandan doğayı tüketirken, bir yandan da karbondioksit salımı yüzünden küresel ısınmaya ivme verecektir. Küresel ısınma iklimleri ve döngüleri önemli ölçüde etkiliyor ve dalgalanmalara yol açıyor. Kimi yerler daha çok ısınırken kimi yerler daha çok soğuyor. Bu da hem klima hem de ısıtıcı kullanımını artırıyor. Hem ısıtıcı hem de soğutucu kullanımının artması doğal olarak küresel ısınmanın etkilerini artırıcı bir durum oluşturuyor.
Öte yandan daha çok insanın bir arada oturduğu şehirlerin giderek kalabalıklaşması, genişlemesi, yaşayanların (hem kişi olarak hem de işletmeler olarak) temiz su ihtiyaçlarını daha da artırmakta, aynı zamanda atık sularının da temizlenmesi zorunluluğunu gündeme taşımaktadır. Doğal olarak bu işlemler yoğun enerji kullanımını ve ardından da küresel ısınmayı tetiklemektedir.

Enerji ve Beslenme Sorunu: Paradoks 2

Tabiî ki bu süreç içinde küresel ısınmanın etkilerini azaltmak amacıyla fosil bazlı yakıtların yerine bio yakıtların kullanımı desteklenmektedir. Bu amaçla da tarımsal alanların bio yakıtlar için kullanılması da tarımsal üretimi (hem de fiyatları) olumsuz yönde etkileyecektir. Bu süreç, beslenme sorunlarını (bazı bölgelerde açlığa da yol açabilecektir) daha da derinleştirecektir.

Dünya nüfusunun bugünkü nüfustan çok az olduğu dönemlerde onların beslenmesi ve barınmasının sağlanması ciddi sorunlar yaratmamakta idi. Nüfus arttıkça daha çok gıdaya bunun içinde ekilebilir araziye olan ihtiyaç artmaktadır. Çünkü daha çok gıda üretimi için aynı alan araziden (hatta daha az araziden) daha çok ürün elde etmeyi zorunlu kılmaktadır. Ekilebilir araziler artmayacağı (dünya büyümemektedir) dikkate alınırsa verimin bir şekilde artırılması kaçınılmaz hale gelmektedir. Bu da şimdiki teknoloji ile daha çok gübre ve ilaç (hormon, genetik yapısı oynanmış gıdalar vs…) demektir ki üretimin sağlıklığı hep tartışmalara konu olacaktır. Hem bio yakıtlar için hem de daha çok gıda için ekilebilir araziyi genişletmenin yolu ise her gün eksilen ormanların daha da hızlı tüketilmesini getirecektir.

Güvenlik ve Sosyal Güvenlik: Paradoks 3

Eski çağlarda ailenin, klanın veya şehrin veya devletin korunması genç savaşçı erkek nüfusun varlığına bağlıymış. Bu aynı zamanda üretici kapasite demekmiş. Üretimde insan gücünün esas olduğu dönemler bunun en önemli olduğu dönemlermiş. Üstelik insanları hastalıkların sürekli tehdit ettiği dönemlerde insanların topraklarını ve bugünlerini düşmandan rakiplerden korumaları, üretmeleri (işgücü olarak, tarlaları işleyecek birileri olarak) ve geleceklerini güvence altına almaları kafa sayısına (özellikle erkek nüfusa) bağlıymış. Nitekim o dönemlerin büyükleri sanırım bu ekonomik, güvenlik ve sosyal gereklerden hareketle nüfuslarını artırmayı teşvik etmişler ve hatta bununla övünmüşlerdir. Kurtuluş savaşının ardından gelen dönem de tam böyle bir dönem olmuş. Nüfusun artırılması bu amaçla istenmiş ve hatta teşvik edilmiştir.

Ancak yaşadığımız dönemde korunma veya üretim kapasitesi iş gücünün sayısal fazlalığıyla değil verimliliğiyle ölçülmekte ve hatta iş gücünden çok teknolojik kapasiteler dikkate alınmaktadır[1].

Bir kaç noktanın altını çizmek istiyorum.

1. Basit hesaplamalarla Türkiye'nin nüfus artış hızı 1960lardan bu yana %1 ler düzeyine inseydi bugünkü adam başına milli gelir en azından 10000 dolarlar (yeni hesaplama öncesi rakamlarla) düzeyinde olacağı rahatlıkla ileri sürülebilir. Üretilen hâsılanın daha az kişi tarafından paylaşılması adam başına milli geliri artıran ana husustur. Ancak hep ileri sürüldüğü gibi nüfusun yaşlanması vs konusunda ise malum olduğu üzere memleketimizde ciddi bir işsizliğin olduğundan hareket edilirse dikkatlerin ve çalışmaların nüfusun yaşlanmasından daha çok işsizlik gibi sorunlara çevrilmesi gerekmektedir.

Nüfus Artış Hızı Adam Başı Gelir Endeksi





(1968-2005) % (1968=100) 2005 değeri tahmini

1,94* 215
1,75 238
1,50 278
1,25 334
1,00 417
(*) Cari değer.

Görüldüğü gibi nüfus artış hızını yarıya indirebilseymişiz adam başı gelirimiz diğer şeyler eşit varsayımı altında tam iki kat artabilecekmiş. Bir de buna kaynakların (bina ve alt yapı gibi) nüfus artışının getirdiği yatırımlar dışındaki alanlarda değerlendirilmesi nedeniyle elde edilecek olan etkiler ilave edildiğinde artışın çok daha fazla olacağı açıktır. Kaynaklar daha insan sermayesine, sosyal sermayeye yani eğitime ve sağlığa gideceği için gelir düzeyi bildiğimizden daha farklı düzeyde gelişebilecekti. Ama maalesef.

2. Ama daha da önemli olarak memleketin karar vericilerinin mutlaka ele alıp tartışması gereken bir başka noktada insan sermayesi olarak tanımlanan konudur. İnsan kaynaklarının okuması, eğitimi, sağlığı, yaşam koşulları, çevre ile olan ilişkileri bu kapsamda değerlendirilebilir.

v Eğitime ve sağlığa ayrılan kaynakların ne kadarının bina vs. yapımına gittiği tartışılmalıdır. Nüfus artışının yüksekliği yatırımların öncelikle bina vs şeklindeki yatırımlara yönelmesini zorlamaktadır. Çünkü çocuğu okutmanın yolu öncelikle bina oluşturmasından, sağlık götürmenin yolu da öncelikle hastane binası oluşturmasından geçmektedir. Yapılan her bina (yeraltı veya yer üstü) doğal dengeleri şu veya bu şekilde etkilemektedir[2].
Fakat nüfus artışı kabul edilebilir düzeylere indirildiğinde ise bu harcamalar artık binaya değil doğrudan doğruya çocuklara, öğrenciye, öğretmene, kitaplara, sınıfların sağlılığına, hastane hizmetlerinin niteliğinin artırılmasına yönlendirilebilecektir.

v
Nüfusu yüksek oranlarda artırmak esas olarak belediyecilik hizmetlerinin de aynı şekilde alt yapı yatırımlarına kanalizasyon, su şebekesi, Ankara’ya Kızılırmak’tan su getirilmesi, yol yapılması gibi unsurlara yönlendirilmesini getirecektir. Doğal olarak bu tür her müdahale hem doğanın yapısını bozacaktır, hem de karar mercilerinin öncelikli konuları arasında alt yapı yatırımları yer alacaktır.

Hâlbuki aynı şekilde nüfus artışı kabul edilebilir (%1–1,5) düzeylere indirilmesi kaynakların diğer (ölü) yatırımlardan insana doğru kaydırılmasını getirecektir. İnsana (eğitim, sağlık vb…) yapılan yatırım ise uzun dönemde en verimli ve getirisi en yüksek olan yatırım alanıdır.

v Nüfusun parmakla sayılabildiği ve devletin sosyal ve hukuki güvenceler temin edemediği toplumlarda en önemli güvenlik "topraklarına göz diken rakip aşiretin/klanın saldırılarından korunmanın yolu daha çok eli sopa (kılıç) tutan genç erkelere sahip olmaktan geçmektedir. Üstelik, işgücü ihtiyacı da tarlada “bila ücret” çalışacak çok sayıda “kız ve erkek” çocuğu ile karşılanması yoluna gidilmektedir. Aynı şekilde kalabalık aileler bu şekilde sosyal güvenliği de oluşturmaktadır: "Benim oğlum beni bakar". Hâlbuki şehirleşme bütün bu yaklaşımları tersine çevirmektedir. Köyde doğa ve toplum nüfus artışını kabul edebilmektedir. Bir yere kadar. Çünkü şehirleşme ile bu süreç ortadan kalkmakta sosyal devlet ve sigorta mekanizmaları bu açığı karşılamaktadır. Ancak bağımlılık oranı olarak tanımlanabilen (emekli sayısı/çalışan sayısı) oranının artırılması ya emekli sayısının azaltılması ya da çalışan sayısının artırılması ile mümkündür. Ancak her iki durumda kendi içinde ciddi sorunları ve paradoksları taşıdığı açıktır.
Aynı miktar toprağın, suyun, daha çok enerjinin giderek daha çok sayıda insan tarafından kullanılması sonunda sosyal patlamalar ve doğanın yok edilmesini getirebilecektir. Başka yaşanacak bir dünya da olmadığına göre bu dünyanın korunması için ve koruyucu tedbirler (caydırıcı olmak gibi) alınması için ciddi adımlara ve teknolojik gelişmelere (yeni enerji üretimi ve kullanımı gibi, yeni gıda türleri gibi, daha az karbondioksit salınımı gibi) ihtiyaç vardır.


Dr. Selim SOYDEMİR



[1] Eğer üretim teknoloji olarak ve kapasitesi olarak emeğe dayalı bir yapılanma esas alınırsa hemen karşımıza rekabetin ucuz iş gücüne dayanarak yapılması çıkmaktadır. Örneğin rakiplerden Çin’in çocuk iş gücünü yoğun olarak kullanması durumunda rekabet edebilmek için çocuk iş gücünü kullanmak ve artırmak gerekebilir. Bu durumun gelecekte yaratacağı sosyal ve insani sorunlar ise bambaşkadır.
[2] Doğal olarak bu çevre ve dünya sadece bizim değil paylaştığımız diğer canlılara da aittir.