30 Ekim 2008

Büyük Menderes Vadisi'ne Yeni Vizyon

Dünya Gazetesi - Mehmet Öğütçü
10.10.2008

Hani bazı nehirler vardır içinden geçtikleri toprakları, ülkeleri, kentleri, insanları zenginleştirirler, onlara can katarlar. Fırat gibi, Dicle gibi, Asi Nehri gibi, Kızılırmak gibi, Nil gibi, Amazon gibi... Klasik Latin adi Maeander olarak tarih kayıtlarına geçmiş olan Menderes nehri ve onun etrafında kurulmuş olan Menderes Vadisi de başlı başına iste böyle bir medeniyeti temsil ediyor.

Ancak son zamanlarda medeniyetin gelişimi ciddi kesilmeye uğramış. Zamanının önde gelen kültür, sanat, endüstri ve ticaret merkezlerinden birisi olan Menderes Vadisi ve onun başkenti sayılabilecek Aydın son 40 yıldır ciddi kan kaybı yaşıyor.

Başını Selim Soydemir'in çektiği bir grup Egeli, bu gidişatı geriye çevirmek için canla başla çalışıyor. Bürokrat, yazar, akademisyen, çevreci Soydemir, sohbetimizde, bakın neler anlattı, nasıl çözüm yolları önerdi Menderes Vadisi'ni eski haşmetine kavuşturmak için.

"Bu bölgenin dış ticaretinde pamuk, incir ve üzüm, eskiden olduğu kadar çok önemli yer tutmuyor. Ekonomik önemleri azalırken bunların yerini daha çok turizm alıyor. Aydın ilinin adam başı geliri son yıllarda Türkiye ortalamasının altında seyrediyor; önceleri ulusal ortalamanın hayli üzerindeymiş. 1990'ların sonuna doğru ortalamaya inmiş, 2001 yılında da Türkiye'de adam başına gelir 2146 dolar iken Aydın'da 2017 dolar ile ortalamanın altına inmiş.

"Sanayide üretilen katma değerin tarıma göre çok fazla olması, istihdam kapasitesinin yüksekliği nüfus artışıyla bir araya gelince sanayileşme ön plana çıkmış. Tarım alanlarının korunması neredeyse imkânsızlaşmış. Toprağın bu şekilde yok edilmesi ve yerine konulamaması geleceğin ciddi tehlikelerinin başında geliyor. Düz ovanın sağladığı ulaşım ve inşaat maliyetlerinin düşüklüğünün yarattığı rekabet avantajları tarımsal arazilerin daha çok tarım dışı kullanımına yol açıyor.

"Aydın'ın Büyük Menderes'in denize kavuşmasının son aşamasında yer alması ve havzadaki bütün sanayi tesisleri, jeotermal santrallar ile yerleşim yerlerinin atıkları için kanalizasyon olarak kullanılması onun ve bölge insanımızın geleceğini sıkıntıya sokuyor. Buharkent'te 1960'lardan beri atıklarını artık Menderes'e boşaltan Jeotermal santralın artık atıklarını Menderes'e değil, toprak altına pompalayacağı ileri sürülüyor. Umarız böyledir. Öte yandan kanalizasyonu olmayan ilçeler hâlâ atıklarını vidanjörlerle toplayıp Menderes'e boşaltıyorlar. Bölge halkı bu olumsuz gelişmelerin bilincine ancak yeni yeni veriyor. İmece usulü çözümler arayışı içinde.

"Küresel ısınma ve su kaynaklarının azalması bu sürece yönelik tartışmalara yeni boyutlar kazandırıyor. Su kapasitesi açısından dünya ortalaması altında yer alan ülkemizde sulak alanlarının ve su kaynaklarının korunması özel önem taşıyor. Barajlar bir yandan elektrik üretimi anlamında büyük yararlar sağlarken bir yandan da Menderes'in ve ovanın doğal dengesini bozmakta, yeraltı sularının daha da aşağılara çekilmesine neden olmaktadır. Sellerin engellenmesi ve suyun daha da aşağılara çekilmesi dünyada insanın yaşaması için en elverişli ovalar arasında sayılan Menderes Ovası'nın giderek önemini kaybetmesine, yok olup gitmesine yol açacaktır.

"Soruna standart bir sanayileşme, şehirleşme ve gelişme perspektifinden baktığımızda başka bir seçenek de görünmüyor. Sanayi tarıma göre daha fazla katma değer üretiyorsa tarıma ne gerek var sonucuna ulaşılmamalı. Bu nedenle konu hem çok ciddi hem de bir iki kurumun veya kişinin sorumluluğuna bırakılamayacak kadar da önemli.

"İşte bu nedenle mutlaka bölgeye yönelik yeni bir vizyon geliştirilmelidir. Başkalarını, başka şehirleri veya bölgeleri taklit ederek gidilecek mesafe bellidir. Geleneksel yapının ötesinde üniversite anlamında, turizm anlamında, tarım anlamında, tarımsal yapılanma anlamında, doğal hayatın korunması anlamında yeni açılımlar üretilmelidir. Bu açılımlar Aydın'a ve Büyük Menderes Ovası'na yepyeni bir ivme ve canlılık kazandıracaktır."

Soydemir, Menderes Vadisi'ni antik cağlardaki bereket ve dinamizme yeniden döndürmek için sadece Aydın'ın ve bölgenin yerel yöneticilerinin ve üniversitelerinin değil ülkenin kollektif aklının da harekete geçirilmesinde ısrarlı. Oluşturdukları "Aydın ve Büyük Menderes Platformu" işte tam da bu amaca hizmet ediyor.

Tekerleği yeniden icat etmeden uluslararası deneyim ve fonlardan da yararlanarak basarili bir bölgesel kalkınma modeli geliştirmeyi ve bunu etkin şekilde uygulamayı kafaya koymuşlar. Önümüzdeki yıl bunları tartışıp eylem ve uygulama planını belirlemek üzere platformun ilk zirve toplantısını gerçekleştirmeyi öngörüyorlar.

Ege'yi seven herkes bu girişimlere gönülden ve beyinden destek vermeye hazır olmalı.

17 Haziran 2008

BÜYÜK MENDERES HAVZASI SU YÖNETİMİNDE SON DURUM

Büyük Menderes Nehri bir çok çalışmanın yanısıra bir de bazı AB üyesi ülkeler ile Türkiye arasında başlatılmış olan Su Yönetimi hakkında Eşleştirme Projesi kapsamında pilot bölge olarak ele alınmaktadır.

Eşleştirme Projesinin amacı, AB’nin su yönetimi ile ilgili ve kirlilik azaltma programları ile ilgili bilgisini ve tecrübesini Türkiye ile paylaşması ve ilgili AB mevzuatının ülkemizde de uygulanabilirliğinin test edilmesidir.

Su Çerçeve Direktifi

Avrupa Birliği (AB) tarafından 23 Ekim 2000 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giren “Su Çerçeve Direktifi” (SÇD) Avrupa sularının sürdürülebilir ve entegre yönetimini amaçlamaktadır. Direktif, üye ülkelerde 2015 yılına kadar bütün su kütlelerinin “iyi ekolojik statüye” kavuşmasını hedef olarak belirlemiştir.

Bundan böyle su yönetimi AB ülkelerinde bir ulusal düzenleme alanı olmaktan çıkarak su ile ilgili mevzuat ve uygulamalar bir yeknesaklığa kavuşturulmuştur. Artık AB’de su kütlelerinin temizlenmesi, kirletilmemesi işleri bir çerçeve direktif içerisinde yapılmaktadır. Aynı zamanda sınırı aşan sular ve uluslar arası işbirliği gerektiren nehirlerde taşıma ve taşkın yönetimi gibi konuların ülkeler arasında nasıl düzenleneceği de bu Direktifte yer almış. Artık AB’ne üye ülkeler bu konularda yapacaklarını ve durumlarını bir rapor halinde sürekli Komisyon’a göndermek durumundadırlar. Belli tarihlere kadar yapmak zorunda oldukları belli işler vardır.

Avrupa’nın nehirlerinin bizim nehirlere benzeyen ve benzemeyen yönleri bulunmaktadır. Tuna gibi, Ren gibi çok büyük kütle ve uzunlukta nehirler olduğu gibi, Büyük Menderes Nehrinden daha küçük nehirler de mevcuttur. Dolayısıyla AB ülkeleri su yöneticilerinin değişik su kütleleri hakkındaki tecrübe ve bilimsel bilgileri çok ileri düzeyde bulunmaktadır. Avrupa Komisyonu tehlikeyi erkenden görmüş ve nehirler, göller ve sahiller gibi tüm su kütlelerinin nasıl temizleneceğini, daha doğru bir ifadeyle nasıl ekolojik açıdan iyi bir duruma gelebileceğinin yollarını sözü geçen Direktif ile göstermiştir. Bunun için tüm üye devletlere 2015 yılına kadar mühlet verilmiş bulunmaktadır.

Türkiye ve SÇD

Türkiye’nin resmi olarak Su Çerçeve Direktifi’ni üstlenme yükümlülüğü bulunmamaktadır. Bunun nedeninin ülkemizin sulamaya dayalı kalkınma politikası izlemekte olduğu ifade edilmektedir.

Öte yandan, SÇD’nin Türkiye’de uygulanmasına yönelik bir çok proje ve program da mevcuttur. Bu projeler Çevre ve Orman Bakanlığı ile yine aynı Bakanlığa bağlı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü ve AB ortakları ile yürütülmektedir. Bundan önce bitirilmiş olan projelerin neticesinde “mevcut durumda, ülkemizin bazı özel şartlarından da dolayı, Su Çerçeve Direktifi’nin kısa ve orta vadede uyumlaştırılması ve uygulamaya konulması çok zor görülmektedir.” sonucu ortaya çıkmıştır[1].

Buna göre kısa ve orta vadede ülkemiz su yönetiminde Su Çerçeve Direktifi’nin yönlendirici olmayacağı söylenebilir.

Büyük Menderes Nehrinde durum

Büyük Menderes Nehrinin pilot bölge olarak ele alındığı bundan önceki projenin Havzamız için ne gibi pratik sonuçları olduğunu bilemiyoruz. Bu konuda kamuoyuna bir sonuç açıklaması yapılmamıştır. Öte yandan proje kapsamında oluşturulan Havza Çalışma Grubunun ve elde edilen Nehir Havzası Entegre Yönetim Planının politika oluşturmada ve uygulamada yarar sağladığını umuyoruz. Umuyoruz, zira Çalışma Grubunun daha sonraki faaliyetleri ile Yönetim Planı kamuoyu ile paylaşılmadığı için bu kazanımların havzadaki karar ve uygulamalara nasıl esas teşkil ettiğini veya ne derece yararlı olduğunu saptama ve değerlendirme imkanından yoksunuz.

Mevcut proje kapsamında AB ülkelerinin kirlilikle başa çıkma deneyimleri işimize yarar mı bilemiyorum, ancak Büyük Menderes hakkındaki sorunun ne yapılacağını bilmememizden değil, bunu yapacak irade olmamasından kaynaklandığını ve hatta olan iradenin sorunlara yol açtığını düşünüyorum.

Havzamızda bazı sorunlar kronik hale gelmek üzeredir ve idaremiz de bunun farkındadır. Kirlilik kaynaklarının envanteri var mıdır, yok mudur bilemiyoruz. Kirlilik kaynaklarına, kirletenlere ceza verilmekte midir ve verilen cezalar uygulanmakta mıdır, bunu da bilmiyoruz. Bundan sonra Büyük Menderes Nehrinin ve kollarını oluşturan su kütlelerinin hidromorfolojik yapısı bozulmaya devam edilecek midir, yoksa ekolojik haline geri mi getirilmeye çalışılacaktır, bu konuda da bir bilgi sahibi değiliz.

Nehirde son su durumu

Halen çevresine moloz, kaya ve toprakla setler dikilmiş ve tabanı kazınmış nehirde ekolojik yaşama elverişli su bulunmamaktadır. Sulama mevsiminde bırakılmak üzere barajlarda ve rezervuarlarda su biriktirilmektedir. 2008 yılı sulaması için hazırlanan plan ise havzada herkes ürününü ektikten sonra sulama birliklerine gönderilmiştir. Bundan sonraki süreçte muhtemelen, yetkililer tarafından, suyun idareli kullanılması, su istemeyen ürünlere öncelik verilmesi ve damla sulama sitemine geçilmesi konusunda uyarılar yapılacaktır.

Uyarılardan etkilenen üreticilerin bu tarihten sonra suyu tasarruf etmesi için tek yöntem, tarlasını bozması ve sulama yapmaması olacaktır. Zira artık mahsul ekilmiş ve sulama aşamasına gelinmiştir. Geçen senelerden süregelen bir tahmin ve planlama sistemi olmadığı için planlama, bahar yağmurları beklenerek yapılmaktadır.

Bu sistemde öngörü, zaman ve yağış sistemini programına alan bir analiz yoktur. Yapılan temel olarak mevcut suyun sulama birliklerine, çeşitli kriterler esas alınarak bölüştürülmesidir. Proaktif değil, reaktif bir uygulamadır.

Havzada ekoloji durumu

Büyük Menderes’te halen canlı yaşam en alt düzeydedir. Zira kışın yağışlarla artan su seviyesi, barajların tamamen kapatılmasıyla bahar aylarından itibaren hemen düşmüştür. Bu seviye nehirde bir canlı hayatın sürmesine olanak tanımamaktadır.

Sözkonusu durumun nehirde ve bağlantılı sulak alanlarda doğal yaşamın devamı için son derece elverişsiz bir duruma neden olduğu düşünülmektedir.

Nehirlerin ve barajlar gibi suni su kütlelerinin yönetiminde, havzanın doğal yapısının ihtiyacının da dikkate alınması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Doğal hayatın sürmesine olanak tanıyacak minimum su miktarı kavramını tartışmaya başlamanın zamanıdır diye düşünüyorum.

AB vizyonu

Büyük Menderes Havzasında ekolojik yapı ile sulama ihtiyaçlarının uyumlaştırılması halen sadece SÇD’nin ülkemizde uygulanması ve buna bağlı olarak havzamızda da ekolojinin ve ekonominin gereklerinin uyumlaştırılmaya çalışıldığı bir Nehir Havzası Entegre Yönetim Planının uygulanması ile mümkün olacağını düşünüyorum.

Bu durumda, her ne kadar ulusal gururumuzu zedeliyor da olsa, kendi kendimize yapamadığımız işleri Brüksel zoruyla yapmaya mecbur olacağız. Ulusal ve ulusüstü egemenlik ve karar alma sorunları Türkiye’nin 1963 yılında başlayan AB’ne tam üyelik süreci içerisinde kararlaştırılmıştır. Bu bakımdan, hiç de gerekmeyen bir konu da boşuna alınganlık gösterip gelişmeyi ertelemenin ve refahı geciktirmenin gereği yoktur.

Aslen, Avrupa Birliğinin kendi su kütlelerinin ekolojik durumunu, hem insanlar hem de diğer canlılar için yaşanabilir hale getirme amacını güden düzenlemelerini üstlenmemizin ülkemizin yararına olduğuna inanıyorum ve bu Proje sonucunda AB’nin su ve kirlilik hakkındaki düzenlemelerinin ülkemizde uygulanmasının gerekli olduğu ve bunların hemen üstlenilmesi gerektiği sonucunun çıkmasını istiyorum.

Bunun ilk güzel sonuçlarının Büyük Menderes Nehri havzamızda görüleceğine eminim.

Mehmet Ekizoğlu


[1] Efeoğlu, Ayla., DSİ Genel Müdürlüğü, AB ile İlişkiler Şb. Md. Avrupa Birliği Su Çerçeve Direktifi ve Türkiye’de Bu Alanda Yürütülen Çalışmalar başlıklı sunum.

18 Mayıs 2008

KÜRESEL ISINMA, NÜFUS, DOĞA VE BAZI PARADOKSLAR


İktisatta tüketilen veya üretime katılan son birimin sağladığı fayda veya üretim marjinal fayda veya marjinal verim gibi kavramlarla açıklanır. Konuyu daha iyi anlatmak üzere verilen örnek ise genellikle bir tarlada çalışan sayısının artırılmasıdır. Çalışan sayısı artırılmaya başlandığında öncelikle iş bölümü organizasyonuyla beraber işçiler daha çok iş üretirler (marjinal verimlilikleri artar) ama daha sonra sayı arttıkça tarlanın sınırları (fiziki alan) genişlemedikçe bir birlerinin çalışmasını engellemeye başlarlar. Artık çalışan sayısının artması üretim artışını değil aksine üretime katılan son birimin üretiminde düşüşü (azalan marjinal fayda) getirecektir.

Konu son yılların dünya çapında en çok konuşulan ve hatta bir zamanlar dünyanın iki numaralı adamının (Al Gore) bile ön plana çıkardığı küresel ısınma ile beraber ve/veya onu doğurucu (küresel ısınmayı yaratıcı veya etkilerini artırıcı) rol oynamaktadır. Nitekim sanayileşme öncesi toplumlarda kullanılan teknolojiler ve teknolojilerin uygulamasında yararlanılan enerji kaynakları daha çok insan ve hayvan gücüne dayanan ve/veya rüzgâr gibi doğal kaynaklar olmuştur. Ancak buharın sanayide ve ulaşımda kullanılmaya başlamasıyla birlikte durum değişmiş, inorganik yakıtlar da sanayinin ve daha geniş anlamda da üretimin ihtiyaç duyduğu enerjinin üretiminde kullanılır olmuştur. Sanayileşme, şehirleşme, daha çok tüketim, üretici ile tüketicinin ayrılması, uzmanlaşma vs. derken dünya nüfusu patlamış ve nihayetinde 7 milyara ulaşmıştır.

Artık 7 milyar insan sağlıklı bir ortamda yaşamak, yeterli bir şekilde beslenmek, temiz hava solumak, soğukta ısınmak, sıcakta serinlemek, bir yerden bir yere yürüyerek değil uçakla-otomobille gitmek, telefonla konuşmak, televizyon seyretmek, okumak, okula gitmek gibi daha çok refah koşullarında yaşamak istemektedir. Üstelik bu küreselleşme ve haberleşme teknolojileri sayesinde Amerika’dan Afrika’ya, Afrika’dan Çin’e kadar yayılmakta olan bir talep artışını getirmektedir. Talep artışı ise daha çok üretimi getirmektedir. Daha çok üretim (veya tüketim) de refah artışı olarak kabul edilmektedir. Hâlbuki bu refah artışı doğanın daha çok tüketilmesini, doğanın daha çok tahrip edilmesini getirdiği açıktır.

Bu sürecin yanında nüfusun artması (veya artırılması) da söz konusu tüketimin ve doğanın tahribinin daha da üst düzeylere tırmandırılmasını getirmektedir. İnsanoğlu bir yandan kendi yaşamını daha üst seviyelere taşımaya çalışırken, yeni çözümler (teknolojiler, beslenme, enerji, barınma ve ulaşım alanlarında) üretememesi halinde neslinin ve dünyanın sonunu daha da hızlandırmaktadır.

Elbette bilimsel ve teknolojik gelişmeler doğanın kirletilmesini, tüketilmesini yavaşlatabilecektir, ama sayının 10 milyara ulaşması halinde dünya üzerinde insanoğlundan başka bir yaşama da yer kalmayacağı beklenebilir.

Şehirleşme ve Enerji: Paradoks 1

Milyarlarca insanın yaşaması için şehirler kurulacak, bu şehirlerin kurulması için önce ormanlar, sonra tarlalar sonra sulak alanlar hep tahrip edilecek, yerlerine binalar, yollar, fabrikalar kurulacaktır. Bu yaşam alanlarını ısıtmak, soğutmak, insanların ve malların ulaşımını sağlamak amacıyla yüksek miktarlarda enerji (inorganik, nükleer, su, rüzgâr ve güneş) kullanılacaktır. Enerji (ısınma, serinleme ve ulaşım amacıyla) kullanımı bir yandan doğayı tüketirken, bir yandan da karbondioksit salımı yüzünden küresel ısınmaya ivme verecektir. Küresel ısınma iklimleri ve döngüleri önemli ölçüde etkiliyor ve dalgalanmalara yol açıyor. Kimi yerler daha çok ısınırken kimi yerler daha çok soğuyor. Bu da hem klima hem de ısıtıcı kullanımını artırıyor. Hem ısıtıcı hem de soğutucu kullanımının artması doğal olarak küresel ısınmanın etkilerini artırıcı bir durum oluşturuyor.
Öte yandan daha çok insanın bir arada oturduğu şehirlerin giderek kalabalıklaşması, genişlemesi, yaşayanların (hem kişi olarak hem de işletmeler olarak) temiz su ihtiyaçlarını daha da artırmakta, aynı zamanda atık sularının da temizlenmesi zorunluluğunu gündeme taşımaktadır. Doğal olarak bu işlemler yoğun enerji kullanımını ve ardından da küresel ısınmayı tetiklemektedir.

Enerji ve Beslenme Sorunu: Paradoks 2

Tabiî ki bu süreç içinde küresel ısınmanın etkilerini azaltmak amacıyla fosil bazlı yakıtların yerine bio yakıtların kullanımı desteklenmektedir. Bu amaçla da tarımsal alanların bio yakıtlar için kullanılması da tarımsal üretimi (hem de fiyatları) olumsuz yönde etkileyecektir. Bu süreç, beslenme sorunlarını (bazı bölgelerde açlığa da yol açabilecektir) daha da derinleştirecektir.

Dünya nüfusunun bugünkü nüfustan çok az olduğu dönemlerde onların beslenmesi ve barınmasının sağlanması ciddi sorunlar yaratmamakta idi. Nüfus arttıkça daha çok gıdaya bunun içinde ekilebilir araziye olan ihtiyaç artmaktadır. Çünkü daha çok gıda üretimi için aynı alan araziden (hatta daha az araziden) daha çok ürün elde etmeyi zorunlu kılmaktadır. Ekilebilir araziler artmayacağı (dünya büyümemektedir) dikkate alınırsa verimin bir şekilde artırılması kaçınılmaz hale gelmektedir. Bu da şimdiki teknoloji ile daha çok gübre ve ilaç (hormon, genetik yapısı oynanmış gıdalar vs…) demektir ki üretimin sağlıklığı hep tartışmalara konu olacaktır. Hem bio yakıtlar için hem de daha çok gıda için ekilebilir araziyi genişletmenin yolu ise her gün eksilen ormanların daha da hızlı tüketilmesini getirecektir.

Güvenlik ve Sosyal Güvenlik: Paradoks 3

Eski çağlarda ailenin, klanın veya şehrin veya devletin korunması genç savaşçı erkek nüfusun varlığına bağlıymış. Bu aynı zamanda üretici kapasite demekmiş. Üretimde insan gücünün esas olduğu dönemler bunun en önemli olduğu dönemlermiş. Üstelik insanları hastalıkların sürekli tehdit ettiği dönemlerde insanların topraklarını ve bugünlerini düşmandan rakiplerden korumaları, üretmeleri (işgücü olarak, tarlaları işleyecek birileri olarak) ve geleceklerini güvence altına almaları kafa sayısına (özellikle erkek nüfusa) bağlıymış. Nitekim o dönemlerin büyükleri sanırım bu ekonomik, güvenlik ve sosyal gereklerden hareketle nüfuslarını artırmayı teşvik etmişler ve hatta bununla övünmüşlerdir. Kurtuluş savaşının ardından gelen dönem de tam böyle bir dönem olmuş. Nüfusun artırılması bu amaçla istenmiş ve hatta teşvik edilmiştir.

Ancak yaşadığımız dönemde korunma veya üretim kapasitesi iş gücünün sayısal fazlalığıyla değil verimliliğiyle ölçülmekte ve hatta iş gücünden çok teknolojik kapasiteler dikkate alınmaktadır[1].

Bir kaç noktanın altını çizmek istiyorum.

1. Basit hesaplamalarla Türkiye'nin nüfus artış hızı 1960lardan bu yana %1 ler düzeyine inseydi bugünkü adam başına milli gelir en azından 10000 dolarlar (yeni hesaplama öncesi rakamlarla) düzeyinde olacağı rahatlıkla ileri sürülebilir. Üretilen hâsılanın daha az kişi tarafından paylaşılması adam başına milli geliri artıran ana husustur. Ancak hep ileri sürüldüğü gibi nüfusun yaşlanması vs konusunda ise malum olduğu üzere memleketimizde ciddi bir işsizliğin olduğundan hareket edilirse dikkatlerin ve çalışmaların nüfusun yaşlanmasından daha çok işsizlik gibi sorunlara çevrilmesi gerekmektedir.

Nüfus Artış Hızı Adam Başı Gelir Endeksi





(1968-2005) % (1968=100) 2005 değeri tahmini

1,94* 215
1,75 238
1,50 278
1,25 334
1,00 417
(*) Cari değer.

Görüldüğü gibi nüfus artış hızını yarıya indirebilseymişiz adam başı gelirimiz diğer şeyler eşit varsayımı altında tam iki kat artabilecekmiş. Bir de buna kaynakların (bina ve alt yapı gibi) nüfus artışının getirdiği yatırımlar dışındaki alanlarda değerlendirilmesi nedeniyle elde edilecek olan etkiler ilave edildiğinde artışın çok daha fazla olacağı açıktır. Kaynaklar daha insan sermayesine, sosyal sermayeye yani eğitime ve sağlığa gideceği için gelir düzeyi bildiğimizden daha farklı düzeyde gelişebilecekti. Ama maalesef.

2. Ama daha da önemli olarak memleketin karar vericilerinin mutlaka ele alıp tartışması gereken bir başka noktada insan sermayesi olarak tanımlanan konudur. İnsan kaynaklarının okuması, eğitimi, sağlığı, yaşam koşulları, çevre ile olan ilişkileri bu kapsamda değerlendirilebilir.

v Eğitime ve sağlığa ayrılan kaynakların ne kadarının bina vs. yapımına gittiği tartışılmalıdır. Nüfus artışının yüksekliği yatırımların öncelikle bina vs şeklindeki yatırımlara yönelmesini zorlamaktadır. Çünkü çocuğu okutmanın yolu öncelikle bina oluşturmasından, sağlık götürmenin yolu da öncelikle hastane binası oluşturmasından geçmektedir. Yapılan her bina (yeraltı veya yer üstü) doğal dengeleri şu veya bu şekilde etkilemektedir[2].
Fakat nüfus artışı kabul edilebilir düzeylere indirildiğinde ise bu harcamalar artık binaya değil doğrudan doğruya çocuklara, öğrenciye, öğretmene, kitaplara, sınıfların sağlılığına, hastane hizmetlerinin niteliğinin artırılmasına yönlendirilebilecektir.

v
Nüfusu yüksek oranlarda artırmak esas olarak belediyecilik hizmetlerinin de aynı şekilde alt yapı yatırımlarına kanalizasyon, su şebekesi, Ankara’ya Kızılırmak’tan su getirilmesi, yol yapılması gibi unsurlara yönlendirilmesini getirecektir. Doğal olarak bu tür her müdahale hem doğanın yapısını bozacaktır, hem de karar mercilerinin öncelikli konuları arasında alt yapı yatırımları yer alacaktır.

Hâlbuki aynı şekilde nüfus artışı kabul edilebilir (%1–1,5) düzeylere indirilmesi kaynakların diğer (ölü) yatırımlardan insana doğru kaydırılmasını getirecektir. İnsana (eğitim, sağlık vb…) yapılan yatırım ise uzun dönemde en verimli ve getirisi en yüksek olan yatırım alanıdır.

v Nüfusun parmakla sayılabildiği ve devletin sosyal ve hukuki güvenceler temin edemediği toplumlarda en önemli güvenlik "topraklarına göz diken rakip aşiretin/klanın saldırılarından korunmanın yolu daha çok eli sopa (kılıç) tutan genç erkelere sahip olmaktan geçmektedir. Üstelik, işgücü ihtiyacı da tarlada “bila ücret” çalışacak çok sayıda “kız ve erkek” çocuğu ile karşılanması yoluna gidilmektedir. Aynı şekilde kalabalık aileler bu şekilde sosyal güvenliği de oluşturmaktadır: "Benim oğlum beni bakar". Hâlbuki şehirleşme bütün bu yaklaşımları tersine çevirmektedir. Köyde doğa ve toplum nüfus artışını kabul edebilmektedir. Bir yere kadar. Çünkü şehirleşme ile bu süreç ortadan kalkmakta sosyal devlet ve sigorta mekanizmaları bu açığı karşılamaktadır. Ancak bağımlılık oranı olarak tanımlanabilen (emekli sayısı/çalışan sayısı) oranının artırılması ya emekli sayısının azaltılması ya da çalışan sayısının artırılması ile mümkündür. Ancak her iki durumda kendi içinde ciddi sorunları ve paradoksları taşıdığı açıktır.
Aynı miktar toprağın, suyun, daha çok enerjinin giderek daha çok sayıda insan tarafından kullanılması sonunda sosyal patlamalar ve doğanın yok edilmesini getirebilecektir. Başka yaşanacak bir dünya da olmadığına göre bu dünyanın korunması için ve koruyucu tedbirler (caydırıcı olmak gibi) alınması için ciddi adımlara ve teknolojik gelişmelere (yeni enerji üretimi ve kullanımı gibi, yeni gıda türleri gibi, daha az karbondioksit salınımı gibi) ihtiyaç vardır.


Dr. Selim SOYDEMİR



[1] Eğer üretim teknoloji olarak ve kapasitesi olarak emeğe dayalı bir yapılanma esas alınırsa hemen karşımıza rekabetin ucuz iş gücüne dayanarak yapılması çıkmaktadır. Örneğin rakiplerden Çin’in çocuk iş gücünü yoğun olarak kullanması durumunda rekabet edebilmek için çocuk iş gücünü kullanmak ve artırmak gerekebilir. Bu durumun gelecekte yaratacağı sosyal ve insani sorunlar ise bambaşkadır.
[2] Doğal olarak bu çevre ve dünya sadece bizim değil paylaştığımız diğer canlılara da aittir.

16 Nisan 2008

ZEYTİN VEJETASYON SUYU HAKKINDA

Zeytin Vegetasyon Suyunun Tarımda Geri Kazanılmasının Gerekçeleri ve Yaratacağı Katma Değer:

1- Zeytinyağı sektöründeki yaratacağı katma değer:

Zeytinyağı Üretim rekoltesi %16, yani 24,000 ton artacaktır. Neden ? Çünkü atık dediğimiz karasu %2- ile %5 zeytinyağı içermektedir.( Bakınız ZAE yayınları, Zeytin Karasuyu Kitabı) Bu ise ortalama 800,000 ton/yıl atık karasu üreten ülkemizde % 3 yağ kazanımı ile 24,000 ton zeytinyağı demektir. 4,000.-YTL/Ton fiyat ile 96,000,000.-YTL = 55,000,000.-euro ek katma değer demektir. Türkiye, bu miktar kadar, daha fazla zeytinyağı üretmiş olacaktır. Bu rakam, Türkiye de yapılması istenen 50 arıtma tesisi için harcanacak olan toplam yatırım tutarının 5 katına eşdeğerdir, Türkiye bunu isterse arıtmadan ve çevresini de kirletmeden bir yılda geri kazanabilir. Ne ile? Yeni yatırım ve yasal düzenlemeleri ve teşvikleri yeninden planlayarak ve uygulayarak. Şimdi, bu günkü duruma bakarak 10,000,000.-euro harcayıp arıtma tesisi kurulacak ve çalışması için de her yıl para harcanacak. Ne kadar mı harcanacak ? Aldığımız bilgi çerçevesinde Arıtmak için ton başına 50.-YTL ek kaynak tüketilmektedir. Yani; 800,000.-ton yıl atık vegetasyon suyu için 40,000,000.-YTL/yıl = 23,000,000.-Euro demektir. Bunu kim ödeyecektir? Çalışkan Sanayicimiz ve Milletimizin Efendisi Üreten Çiftçilerimiz. Çok geçmeden uygulamanın yanlışlığı fark edilerek en çok 3 yıl sonra 10,000,000.-euronun çöpe gideceğinden başka , aynı zamanda her yıl 23,000,000.-euro da çalışması için heba edilecektir. Ayrıca hasıl olabilecek 55,000,000.-euro/yıl dan da vazgeçilmiş olacaktır. Bunu kimler, ne için yapar ya da yapmak isterler araştırma daha doğrusu soruşturma konusudur. Bu konu ile ilgili çıkarılacak yasa ve düzenlemelerden ve uygulamalardan dolayı, İlgili kurum ve Yetkililerini göreve davet etmek isteriz.

2.Çevre kirliliği problemine olan katkısı :

2 faz çalışma sisteminin benimsenmesi ile kirlilik ortadan kalkacaktır. Bu sayede Arıtma tesisleri için harcanacak 10,000,000.-euro sektör yatırımlarının desteklenmesine teşvik olarak kullandırılabilir. Çünkü 1 yılda, 5 katı geri dönecektir. Kirlilik sebeplerine kısaca bir göz atmak gerekirse; Bugün Zeytinyağı üretim tesislerindeki mevcut “Vegetasyon Suyu” dinlendirme ve bekletme havuzlarının ( Lagünlerinin) yetersiz olması sebebi ile en yakın yere çok fazla miktarda deşarj edilmektedir. Bu sebeple içerdiği yağ ve yağlı posa (zeytinin eti, suyu) ile toprak yüzeyinde geçirimsiz bir katman oluşturmaktadır. Geçirimsiz olduğundan Toprak altındaki canlılık ancak oksijenle hayat bulduğundan, havalanamayan toprak içindeki bitki kökleri ve mikroorganizmalar havasızlıktan ölmektedir. Evet, Havasız kalan toprak nedeniyle içindeki yaşam son bulmaktadır. Buna sebep; atık suyun yoğun olarak bir yere kontrolsüz deşarj edilmesidir. Dinlenmediği için ve kontrolsüz gelişi güzel bırakıldıklarından ve uygun topraklar seçilmediğinden uygun miktarlarda verilmediğinden, sonuç kirlilik olmaktadır. Buna Organik zenginliğin kullanılamamasının yarattığı müsriflik demek daha doğru. Sanayici Atık Vegetasyon Suyunu asla, hiçbir zaman atmasın demek bu konuyu çözmez, kangren haline getirir. Şimdiki uygulamada organik atığın her şekilde deşarjı yasa ile yasaklanmıştır. Yani deşarjın tespiti halinde 28,000.-YTL para cezası sonra da hapis cezası. Üretim sonucu çıkan vegetasyon suyu bugün herhangi bir değer ifade etmediğinden Zeytinin işlendiği Sanayi Tesislerinde bırakılmakta, sanayici de bunu hiçbir yere atamaz durumda çaresizdir. Burada anlatılması istenen çözüm önerimizi açıklamak gerekirse ; 1 zeytinyağı üretiliyor ise 5 katı Vegetasyon suyu hasıl olmaktadır. Zeytinyağının üretici ekonomisine doğrudan katkısı vardır ve değerlendirilmektedir. Suyu ne bir değer olduğu bilinmediği ve kullanılması için herhangi bir planlama yapılmadığı için Sanayici ile baş başadır. Doğrudur, atılmasın. Elde tutulsun belli bir süre (önerilen 30 gün). Sanayici hepsini değil ama 30 günlük atık miktarını tutacak altyapısını hazırlasın. Çünkü bu süre sonunda kirlilik yükü %70 oranında azalmış olmakta ve zararlı bileşikler faydalı duruma gelmektedir. Bu konuda İtalya 1996 senesinde tarımda kullanılması ile ilgili kanun hazırlamış ve uygulamış 2005 yılında ise gerek görülen düzeltmeler ile detaylandırılmış ve tarımda kullanılırlığı pekiştirilmiş, nasıl daha iyi faydalanılacağı tarif edilmiştir. AB üyesi yolunda adım adım hazırlanırken bu günden yarını görerek yapılaşma içinde olmamız Yarınları güvence altına almamızın bir gereğidir. Üye olmadan bile değiştirmek zorunda olduğumuz yasalara bir göz atınız. Çevre kanunu da bunlardan birisi ve vegetasyon suları da bu kanunun içinde değerlendirilmektedir. Bu hazırlık 2 faz çalışılması durumuna geçene kadar kirlilik yükünü faydaya dönüştürürken, 2 faz çalışılması durumunda da rezerv sulu prina havuzu olarak kullanılacak ve sevk problemlerinde tesisin üretimini aksatmayacaktır. Bu sayede Daha kaliteli yağ elde edileceğinden ve daha çok yağ hasıl olacağından Türkiye de bir gün 2 faz çalışma, geçerli yöntem haline gelecek ve atık Vegetasyon Suyu çıkmaz olacaktır. Ve hepsinden önemlisi kirlilik bitecektir. Bu konuda vizyon sahibi her sektör temsilcisinin rahatlıkla görebileceği bir detaydır. Bu sayede 2 faz prina işleyecek yeni tesislerin önü açılırken azalan ve faydalı hale getirilen ve belli bölgelerde toplanan faydalı atığı mevcut altyapı ve oluşumlar ile tarımda kazanmak karlılık yaratacaktır. Kaynağımız Heba olmayacaktır.

3. Vegetasyon Suyu sorun değil aynı zamanda Tarım Sektörü için yeni bir Kaynak olacaktır. Tarım topraklarımızda organik madde % 0,5-1,5 arasında çok fakirken, Kontrollü uygulamalar sonucu %2,5-5 normal değerlere gelmesi sağlanabilir. Bunun için Mevcut altyapıyı uygun dönemlerde, kontrollü kullanarak. Ek yatırım yapmadan Devletten destek değil, sadece izin isteyerek. Yatırımcıyı bu yönde teşvik ederek.Bu konudaki uygulama yönetmeliklerini ve yasal düzenlemeleri doğru yaparak. Müstahsile uygulama yöntem ve bilgisini tarım teşkilatı altyapısında vererek. Sonuçta yaratacağı katma değer için ipucu vermek gerekirse; Pamukta 100 kg/da, Mısırda 200Kg./da verim artışı alındığı literatür ve uygulama sonuçlarıdır. Birim fiyatları üzerinden, fazla ve kaliteli alınan ürün miktarının YTL tutarı, atılmayan gübre ve ilaç Parası, hepsinden önemlisi kıt su kaynaklarımıza rağmen Kullanılabilir hale geldikten sonra Tarım arazilerinde gübre etkisinden faydalanılacak , susuzluk yaşanan tarım topraklarında, toprak yapısının iyileşerek su tutma kabiliyeti yükseltilmesinde kullanılacaktır. Karasuyun suyundan da istifade edilebilmesi vs. vs hesaplanarak Katma değeri bulabilirsiniz.
Ne kadar saha da uygulanabileceği ise eldeki sınırlı Vegetasyon Suyu kaynağı açısından, miktarına endeksli bir hesaplama daha doğru olacaktır. Tarımda kullanımı 5-8 ton / dekar uygun tarım arazileri için önerilmektedir. Bakınız İtalya da 1996 da çıkarılmış kanun ve 2005 yılı Temmuz ayında daki kararname. Türkiye deki atık Zeytin Vegetasyon Suyu ne kadardır? 150.000.-ton/yıl zeytinyağı için 5,5 katı yağlık zeytin kabul edilebilir bu da aynı miktarda karasu demektir. Yani 825,000.-ton atık Zeytin Vegetasyon Suyu demektir. Bu da 103,125 dekar tarım arazisi demektir = 103,125,000 metrekaredir. =100 km kare alan yeterlidir. Yani eni ve boyu 10 km olan bir tarım alanı yeterli görünüyor. Biz artan zeytin üretimi ve olağan üstü üretim miktarları desek de bu atık Zeytin Vegetasyon suyumuzu 150 km kare alanda kullanmak problemi çözmektedir. İşte bu kadar az alan ancak organik tarım için tesis edilmiş organize sera üretim alanlarında kullanmak kaynağa en uygun kullanım olacaktır. Bunu da planlamak zor olmasa gerek. Bu konuyu hangi kurum, nasıl düzenlemelidir meclisimizde teşekkül etmiş Zeytin ve zeytinyağı araştırma komisyonunun asli görevi olmalıdır.

4. Zeytinyağı Sektörüne üretim amaçlı yeni tesis yatırımları kazandırılırken, sağlanan katma değer, yüksek ve istihdam sağlayıcı olacaktır. Sağlanacak ek istihdam işsizlik sorununa faydadır.


5. Türkiye gelecekte daha çok zeytinyağı ve daha kaliteli zeytinyağını ucuza üretmiş olacaktır. Tüketimi ve toplum sağlığını da olumlu etkileyen önemli bir katkıdır. Ortalama ölüm yaşı yükselecek, daha sağlıklı ve dinç toplum bireylerinin oluşması desteklenmiş olacaktır. (En uzun yaşayan insanların Girit adasında olması bir tesadüf değil kişi başı ortalama 24 Kg/Yıl zeytinyağı tüketmelerindendir. Bu günün Türkiye sinde kişi başı tüketim ortalama 1,5 - 2 kg/yıl olduğu; İhracat ve üretim miktarları ile nüfus sayımızın matematik hesabında görülmektedir.)

6. Sektör atıkları kıymetlendirildiğinde atıklar kayıt altına girecek dolayısı ile üretimde kayıt altına alınmış olacaktır. Üreticiye sağlanan destek kendiliğinden sektör içinde verilmiş olacak ve kayıt dışı işlem ortadan kalkacaktır. Sektör atıklarından elde edeceği kazancı müstahsili ile paylaşacak, sanayici tamamlayacağı sektör yatırımları ile hizmet ve ürün kalitesini yükseltirken artan üretimi ile verim, birim maliyeti azalacaktır. Üründe KG başına destek alan üretici, kaliteli ve çok Ürettiği için desteklenmiş ve üretime özendirilmiş olacaktır.

7. İstatistik ve rekolte verileri daha doğru, buna bağlı yatırım planlama, üretim politikaları ve pazarlama stratejileri yerinde olacaktır.

8.Tarım topraklarımızın organik yapısı güçlenen ve su tutma kabiliyeti de iyileşen topraklar olduğunda, entansif tarım uygulamaları etkisi, var senesi yok senesi ürün rekolite dalgalanmasını en aza indirecektir.


M.Taylan ŞENOL – Zir Müh. / İşl.
Aydın Sanayi Odası Zeytinyağı Meslek Komitesi Mec. Üy.
Zeytinyağı Üreticileri Dayanışma Derneği Bşk.

19 Mart 2008

AYDIN DSİ TOPLANTISI

Bilindiği gibi, Büyük Menderes Platformu 2006 Aralık ayında kurulmuş bir sivil toplum platformu olarak, Büyük Menderes Havzasının doğal kaynaklarının yönetiminde entegre, akılcı ve katılımcı bir anlayışın yerleştirilmesi ve bu kaynakların gelecek nesillerce de kullanılabilmesini teminen sürdürülebilirlik anlayışı içerisinde yönetilmesi amaçlarını taşımaktadır.

2007 Yılı Aralık ayında başlatılmış olan “Türkiye’de Su Sektörü İçin Kapasite Geliştirilmesi” AB Eşleştirme Projesi kapsamında Büyük Menderes Nehri Havzası pilot bölge olarak belirlenmiş bulunmaktadır.

Projenin birinci önemli amacı, AB Su Çerçeve Direktifine uygun bir taslak Nehir Havzası Yönetim Planı elde edilmesidir. İkinci önemli sonuç ise Tehlikeli Maddeler Direktifine uygun bir Kirlilik Azaltma Programıdır.

Platformumuz, projenin genelinde ve pilot bölge çalışmalarında ilgili sivil toplum kuruluşu olarak katılım göstermeyi amaçlamaktadır.

Bu çerçevede, 17 Mart 2008 tarihinde Aydın’da DSİ 21.Bölge Müdürlüğü nezdinde gerçekleştirilen toplantıya Platformumuzu temsilen bir heyet katılarak Platformumuzu tanıtıcı bir sunuş gerçekleştirmiş bulunmaktadır.

Yapılan sunuşta, Platformumuzun kuruluşu, üye profili ve amaçları açıklanarak, AB Su Çerçeve Direktifi kapsamında bir su yönetiminde ilgili tarafların sürece katılımına verilen önemin ve bu gereğin altı çizilmiş ve Platformumuzun bu yönde gerekli bilgi ve deneyime sahip olduğu belirtilmiştir.

Öte yandan, Havzamızda yürütülmekte olan tarımsal arazilerin toplulaştırılması çalışmaları kapsamında, su yönetimi ile ilgili olarak yapılabilecek olan değişiklik önerileri, DSİ 21.Bölge Müdürlüğü yetkililerine sözlü olarak iletilmiştir.

Sözkonusu toplantıya Platformumuzu temsilen Sayın Ali Altınkaya, Sayın Hilmi Bolatoğlu, Sayın Osman Bolatoğlu, Sayın Mehmet Ekizoğlu, Sayın Hasan Köşklü, Sayın Suat Menderes ve Sayın Turan Türkmen katılmışlardır.

Toplantıya davetleri ve katılımımız nedeniyle öncelikle DSİ 21.Bölge Müdürü Sayın Halil İbrahim İndap'a, Yerleşik Eşleştirme Danışmanı Sayın Henk Sterk’e ve tüm proje ekibine teşekkürlerimizi sunarız.

AYDIN VE BÜYÜK MENDERES PLATFORMU

31 Ocak 2008

HOLLANDA SU ÇERÇEVE DİREKTİFİ VE TAŞKIN RİSKİ YÖNETİMİ KURSU HAKKINDA RAPOR

Hollanda Dışişleri Bakanlığınca masrafları karşılanan ve ECORYS adlı Hollanda şirketi tarafından organize edilen MTEC Taşkın Riski Yönetimi ve Avrupa Su Çerçeve Direktifi kursuna Platformumuz adına Mehmet Ekizoğlu katılmıştır.

17 – 28 Eylül 2007 tarihleri arasından Rotterdam’da gerçekleştirilen kursa ülkemiz DSİ Genel Müdürlüğü, Çevre ve Orman Bakanlığı, Enerji Bakanlığı, İller Bankası gibi kurumların temsilcilerinin yanısıra, Bulgaristan, Romanya, Hırvatistan, Sırbistan ve Makedonya su yönetimi uzmanları ve yöneticileri de katılmışlardır.

Kurs kapsamında özetle aşağıdaki faaliyetlerde bulunulmuştur:

1- Su Yönetimi ve AB Su Çerçeve Direktifi hakkında 13 ders görülmüştür. Derslerin her biri konusunda uzman akademisyenler, su yönetimi uzmanları ve Bakanlık yetkililerince verilmiştir.
2- Taşkın Yönetimi ve hazırlanmakta olan Taşkın Direktifinin ana hatları hakkında 8 ders görülmüştür. Dersler yine akademisyenler, ilgili şirket uzmanları ve yetkililerce verilmiştir.
3- Entegre Nehir Havza Yönetimi Planı hazırlanması amaçlı bir grup çalışması hakkında gruplar oluşturulmuş ve grup ile bu konuda 17 seans çalışma yapılmıştır.
4- 21 Eylül tarihinde Rivierenland Bölgesinde bulunan yerel su yönetimi kuruluna (Waterboard) ziyarette bulunulmuş ve yerel su yönetimi hakkında bilgi alınmıştır. Aynı bölgede bulunan Kinderdijk adlı tarihi su tahliye kanalları da ziyaret edilen yerler arasındadır. Aynı gün doğal bir sulak alan olan Biesbosch ziyaret edilerek gezilmiştir.
5- 25 Eylül’de Delft şehrinde bulunan WL Delft Hydraulics şirketi ziyaret edilerek hem yönetim hakkında bilgi alınmış, hem de şirketin araştırma laboratuarları gezilmiştir.
6- 26 Eylül’de Zealand adlı bölge ve bu bölgede bulunan taşkın bariyerleri ziyaret edilerek geniş bilgi alınmıştır.
7- Grup ile yapılan çalışmanın sonucunda bir taslak Entegre Nehir Yönetim Planı oluşturularak, 28 Eylül günü sunuşu yapılmıştır.

Tüm aktivite ve derslere tarafımızdan eksiksiz ve aktif katılım sağlanmış bulunmaktadır.

Ayrıca katılımcılara, kursun Bulgaristan’da 20-23 Şubat 2008 tarihlerinde yapılacak olan ikinci aşamasında sunulmak üzere, bir makale hazırlanması görevi verilmiştir. Platformumuz temsilcisi tarafından diğer ülkelerden katılan 5 temsilci ile beraber, “Nehir-için-yer yaklaşımı” seçilmiş bulunmaktadır.

A- AVRUPA SU ÇERÇEVE DİREKTİFİ

Avrupa Birliği, 1995 yılında hazırlanmaya başlayan ve 2000 yılında yürürlüğe giren yeni Su Çerçeve Direktifi ile su kaynakları yönetimine entegre ve modern bir yapı getirmiştir. Direktif, genel olarak AB’nin tüm nehir, göl ve kıyı sularında 2015 yılında “iyi ekolojik durum” statüsüne ulaşmayı amaçlamaktadır.

Özelde Direktifin amaçları şu şekildedir:

1- Sulak ekosistemlerin korunması, geliştirilmesi ve azalmasının önüne geçilmesi,
2- Sürdürülebilir su kullanımının geliştirilmesi,
3- Alınacak önlemlerle sulak alanların korunması,
4- Yer altı suyu kirliliğinin azaltılmasının sağlanması,
5- Kuraklık ve taşkınların etkilerinin azaltılması.

Su Çerçeve Direktifi, bugüne değin çeşitli yöntemlerle, birbirinden farklı amaçlarla, çeşitli başlıklar altında yönetilmeye çalışılan su kaynaklarını bir araya toplamış, bütünsel bir yapı sağlamış ve su yönetimine ilgili tüm tarafların katılımını temin etmiştir.

Direktifin uygulanmasına yönelik olarak, her üye ülke bütün havzaları için Nehir Havzası Yönetim Planını hazırlayarak 2009 yılına kadar AB Komisyonuna sunacaktır.

Nehir Havzası Yönetim Planı nelerden oluşur?

1- Nehir havzasının karakteristik özellikleri
2- İnsan faaliyetlerinin havza üzerindeki baskı ve etkilerinin analizi
3- Korunan alanların belirlenmesi ve haritasının çıkarılması
4- İzleme ağının belirlenmesi
5- Çevresel amaçların listesinin çıkarılması
6- Havzanın ekonomik analizinin yapılması
7- Alınacak önlemlerin programının yapılması
8- Kamuoyunun bilgilendirilmesi ve danışma programının belirlenmesi
9- Yetkili mercilerin listesinin çıkarılması
10- Kamuoyundan bilgi ve görüş edinme usul ve noktalarının belirlenmesi.

2015 yılına kadar uygulanacak olan önlemler paketiyle Direktifin bütün amaçları gerçekleşmiş olmalıdır. Bundan sonra her 6 yılda bir Plan yenilenerek ve gözden geçirilerek izlenecektir.

Su Çerçeve Direktifi neleri öngörür?

Yüzey sularının hidromorfolojik değişikliklerinin mümkün olduğunca giderilmesini esas alır.

Yüzey sularında kirliliğin en alt düzeye indirilmesini şart koşar.

Yer altı sularındaki kirliliğin önlenmesini şart koşar.

Havzanın su kaynaklarının yönetilmesinde üçlü bir katılım öngörür:

a) Kamuoyunun bilgilendirilmesi: Kamuoyu havzada yapılacak yasal değişikliklerden, taslak metinlerden, proje önerilerinden tam, ayrıntılı ve zamanında haberdar olmalıdır.
b) Kamuoyuna danışılması: Yapılacak işlerde, hazırlanan taslaklar hakkında ve projelerin görüşülmesi aşamasında ilgili tüm taraflarla istişareler yapılmalıdır.
c) Uygulamada katılım: Planın uygulanmasında, ilgili kararların alınması sürecinde ve projelerin uygulanmasında ilgili tüm tarafların katılımı sağlanmalıdır.

Katılımcılığın ilk iki aşamasının genelde AB’nin ilk 15 üye ülkesinde gerçekleştiği, 3. aşamanın ise 4 ya da 5 üye ülkede gerçekleştirilebildiği görülmüştür. Sonradan üye olan Romanya, Polonya ve Macaristan gibi ülkelerde ise kamuoyunun bilgilendirilmesi aşaması tamamlanmış ve ikinci safhada ilerlemeler kaydedilmiştir.

B- AVRUPA TAŞKIN RİSKİ YÖNETİMİ DİREKTİFİ

Taşkın riskinin yönetimi ve taşkınlardan korunma konusu Su Çerçeve Direktifinde ana konulardan birisi olarak ele alınmamıştı. Buna karşın Direktifin dibaçesinde söz edilmiş ve hedeflenen amaçlardan birisinin taşkınların olumsuz etkilerinin azaltılması olarak belirtilmişti.

Bu eksiklik daha sonraki çalışmalarda giderilmiş ve taşkın riski yönetimi konusunda AB’de standart uygulamaları hedefleyen bir direktif hazırlanmıştır.

Direktifin tam adı, “Taşkın Riskinin Değerlendirilmesi ve Yönetimi Hakkında AB Konseyi ve Avrupa Parlamentosu Direktifi”dir. Direktif taslağı halen Konsey ve Parlamento tarafından onaylanmış ve AB Resmi Gazetesinde yayımlanarak yürürlüğe girmeyi beklemektedir.

Taşkın Direktifinin Amaçları nelerdir?

- taşkın risklerinin değerlendirilmesi ve yönetilmesi,
- taşkınların, insan sağlığı, çevre, kültürel miras ve ekonomik faaliyetler üzerindeki yan etkilerinin azaltılması,

amaçlarıyla bir çerçeve oluşturulmasıdır.

Taşkınlar Avrupa Birliğince önlenemez doğal olaylar olarak görülmektedir. Buna karşın bazı insan faaliyetlerinin ve iklim değişikliğinin, taşkın ihtimalini ve taşkınların zararlı yan etkilerini artırdığı da bir gerçektir. Taşkın Riski Yönetimi Direktifi de bu yan etkileri azaltmayı amaçlamaktadır.

Taşkın Riski Yönetimi Direktifi neleri öngörür?

Direktife göre, üye ülkeler nehir havzalarında ve taşkına maruz kalan/kalabilecek bölgelerde öncelikle bir Taşkın Riski Ön Değerlendirmesi yapacaklardır.

Bu değerlendirmenin yapılmasında, risk potansiyeli ortaya konacak ve geçmiş kayıtlarla işe başlanacaktır. Nehir havzasının topoğrafik ve arazi kullanımı haritası çıkarılacaktır.

Taşkın olaylarında yan etkileri artıran insan faaliyetleri ve muhtemel gelişmeler de tespit edilecektir.

Taşkın Zararı Haritaları: Bu aşamada taşkına uğraması muhtemel bölgelerde bir coğrafi harita oluşturulacaktır. Bu haritanın oluşturulmasında bir üçlü senaryo göz önünde bulundurulmalıdır:

- Çok nadiren meydana gelebilecek taşkınlar
- Zaman zaman yaşanabilecek taşkınlar (ihtimali 100 yıldan az olanlar)
- Çok yüksek ihtimalle gerçekleşecek taşkınlar

Zarar haritalarının unsurları; taşkının sınırları, su derinliği ve akış hızıdır.

Taşkın Riski Haritaları: Oluşturulan taşkın senaryolarına göre oluşabilecek potansiyel zararlı etkiler gösterilecektir.

Risk haritalarının unsurları; etkilenebilecek nüfus sayısı, etki altında kalacak ekonomik faaliyetlerin nevi, taşkın halinde kirlenmeye sebep olabilecek tesislerin durumu ve etkilenebilecek koruma altında olan bölgelerdir.

Taşkın Riski Yönetimi Planı: Bu haritaların oluşturulmasından sonra ve bu haritalara dayanarak her havza için Taşkın Riski Yönetimi Planı oluşturulacaktır. Bu plan taşkın ihtimalini ve zararlı etkilerini azaltmaya yönelik tedbirleri içerecektir.

Direktif uyarınca, Taşkın Riski Yönetimi Planı;

- Maliyet ve fayda analizini,
- Taşkın alanını, taşkının rotasını ve su tutması muhtemel bölgeleri,
- Su Çerçeve Direktifinin çevreye ilişkin hedeflerini,
- Toprak ve su yönetimi ilkelerini,
- Şehir planlaması ve arazi kullanımını,
- Doğanın korunmasını

dikkate almalıdır.

C- NEHİR – İÇİN –YER YAKLAŞIMI (Room-for-River)

Hollanda denizden ve nehirlerden kazanılmış bir ülkedir. Bir çok bölgesi ve en önemli şehirleri deniz seviyesinin altındadır. Bu nedenle geçmişte bir çok kereler çok büyük taşkınlar yaşayan Hollandalılar, topraklarını ve evlerini korumak için deniz kıyısına ve nehirlerin kenarlarına yüksek ve kalın setler inşa etmişlerdir. Tarihteki en büyük taşkın felaketleri de bu setlerin yıkılmasından dolayı meydana gelmiştir.

Bu tarihsel süreç sonucunda Hollanda’daki bütün akarsu, göl ve deniz kıyıları doğal halinden tamamen uzaklaşmış ve birer kanal ve baraj halini almıştır. Bugün halen setlerle korunan bölgelerde su seviyesi pompalama vasıtasıyla güvenli düzeyde tutulmaktadır.

Öte yandan gerek yağış rejimindeki değişiklikler, gerekse iklim değişikliğinin getirdiği dinamikler nedeniyle bu koruma stratejisi ülkeyi gelecekteki tehlikelere karşı koruyamayacaktır. Bu bakımdan yeni önlemlere ihtiyaç vardır. Hollandalı yetkililer, bilimsel gelişmelere ve yeni çevreci yaklaşımlara paralel olarak setleri yükseltmeyi ve yeni setler inşa etmeyi değil, nehirlere yer açma yolunu seçmişlerdir.

Eski yöntemlerin dezavantajları

Set inşası, nehir tabanının kazınarak alçaltılması, nehrin daraltılarak arazi elde edilmesi gibi yöntemlerin aslında taşkın ihtimalini artırdığı ve asıl taşkın zararlarını çok büyük oranda artırdığı anlaşılmıştır. Set inşasıyla nehirlerin getirmiş olduğu yük anlamına gelen sedimantasyon artmakta, kısa zamanda nehir tabanı yükselerek hem setler kısa zamanda işlevsiz hale gelmekte, hem de taşkın ihtimali artmaktadır.

Öte yandan setlerin yükseltilmesi, kanallar inşa edilmesi gibi eski yöntemlerin maliyetleri kadar fayda temin etmediği, bilakis risk, tarımsal fayda ve çevresel etkileri nedeniyle ekonomi üzerinde büyük yük oluşturdukları anlaşılmıştır.

Son dönemlerde belirgin hale gelen başka bir etki de doğal taşkın yataklarının yok edilmesiyle topraktaki su oranının düşmesi, böylelikle toprağın irtifa kaybetmesi ve organik açıdan çeşitliliğinin (verimliliğin) azalması olmuştur.

Nehir-için-Yer yaklaşımı neler öngörür?

Bu yaklaşımın temel amacı nehirlerin taşıma kapasitelerinin doğal yollardan artırılarak hem doğaya uygun hale getirilmesi, hem de taşkın ihtimalinin azaltılmasıdır.


Nehir-için-yer yaklaşımının içerdiği bazı önlemler şu şekilde özetlenebilir;

- Nehre yakın ikincil kanalların yeniden inşası veya açılması,
- Taşkın alanlarının genişletilerek taşıma kapasitesinin artırılması
- Varsa, setlerin doğal taşkın alanlarının arkasına çekilmesi
- Doğal taşkın alanında uygun bitki örtüsünün, uygun miktarda yerleşmesine imkan tanınması
- Köprü, yol gibi suni engellerin genişletilerek nehrin dar boğaz yapmasına engel olunması.

Nehir-için-Yer Önlemlerinin Sonuçları

Bu gibi önlemlerin uygun yerlerde kombinasyonlar halinde alınması sonucunda, nehirlerde yüksek su seviyesi yaşanması halinde taşkın ihtimali büyük ölçüde azalmakta ve nehirlerin güvenli akışı temin edilmektedir.

Öte yandan nehirlerin getirmiş olduğu yüksek suların ve besleyici maddelerin taşkın alanlarında ve ikincil kanallarda tutulması sayesinde, çevredeki alanlar hem su açısından, hem de toprağı besleyici maddeler açısından yarar göreceklerdir.

Bu çözümler çevreyle uyumlu ve nehrin ekolojik yapısını restore edici ve biyolojik çeşitliliği artırıcı niteliktedir. Bu önlemleri uygulayan ülkelerde doğal taşkın yatakları ve ikincil kanallar aynı zamanda rekreasyon alanı olarak da kullanılmakta ve gelir getirmektedir.

Nehir-için-yer önlemleri bu bakımdan, bir çok Avrupa ülkesinde ve dünyada pek çok ülkede doğayla uyumlu taşkın koruması tekniği olarak kabul edilmekte ve uygulanmaktadır.

D- DİĞER HUSUSLAR VE SONUÇ

Kurs süresince Hollanda kamu temsilcileri, su yönetimi ile ilgili şirketlerin yetkilileri, diğer katılımcı ülke temsilciler ve ülkemiz kurumlarının yetkilileri ile yakın temas kurularak gelecek için olumlu temeller atılmasına gayret gösterilmiştir.

Bu bakımdan gerek konu hakkında bilgi edinilmesi, gerekse kritik kişilerle temasın kurulması açısından kursun son derece yararlı olduğu düşünülmektedir.